Küreselleşme, ekonomik bir terim
olarak doğmuş olsa da kimi bağlamlarda, toplumların sosyolojik ve kültürel
alanda, asgari ortak bir yapılanmaya dönüşüm diye de anlamlandırılabilir. Yirminci yüzyılın sonlarında ivme kazanmış bu
kavram, büyük sermaye grupları ve ait oldukları devletler eliyle, küresel bir
pazar ihtiyacını tesis etmek maksadıyla sunulmuş “özel” bir sözcüktür.
“Küresel Köy” olarak da yer yer telaffuz
edilen bu kavram, çağımızda, kendi kapsamı ve algısı içinde çıkan son ve
marjinal sözcük olmasından ötürü postmodern sıfatıyla da karşılanabilir. Şöyle
ki sosyal hayatta yenilik Rönesans, Hristiyalık dogmalarında dönüşüm Reform ve
sömürge algısını yaratan Sanayi Devrimi’nden sonra, hızla gelişen Batı sanayi,
bilim ve teknolojisi ile felsefe, psikoloji ve edebiyatı, modernite (yeni)
sözcüğü ile özdeşleştirilmiştir. Son dönemde lügatlere giren küreselleşmeyi ise
en iyi “yeninin de ötesi, sonrası” anlamına gelen, duygu ve düşünceleri klasikten
çok farklı bir teknikle yansıtan postmodernizm karşılar.
Yüzyılımızın son döneminde, bu küre
içinde yaşayan her milletin elbette birlikte ve huzur içinde yaşaması, tüm
dinlerin, dillerin ve insanlığın ortak temennilerinden biri olsa gerek. Bu evrensel
duygu ve iyi niyet bağlamında ütopik küresel köy algısında, ırkları, milletleri
ve tüm maddi-manevi kültürel öğeleri farklı olan bizler, bizi birey, bireyleri
topluluk, toplulukları ise millet yapan bu zenginliklerimizi nasıl yaşayacak ya
da yaşatacağız? Acaba, ortak bir kültür, ortak bir dil mi oluşturacağız? Tüm
bunları yapacaksak hangi bağlamda ya da bu küreselleşmenin aslına yaraşır uygun
sözcükle, hangi konjonktürde olmalı? Bu soruları, daha farklı bir pencereden
soracak olursak “Ortak kültüre ve doğal neticesi (!) dile, bilim ve teknolojide
egemen olmuş milletlerin hakimiyeti mi esas kılınacak? Bu soruların cevabı kati
surette hayırdır. Çünkü kültürü oluşturan temel faktör, tarihte yani milletin
hafızasında, coğrafyasında ve dilinde tek vücut hareket kabiliyeti yani millet
olma şuurudur.
Dil
ve milli şuur
Bir insan topluluğunun keder, sevinç
ve kıvançta; ahlak, karakter ve erdemde gösterdiği kader birliği, tarih
ortaklığı, ona millet olma bilincini kazandırmıştır. Vücudumuzun direncini sağlayan,
nasıl ki birincil temel ihtiyaçlarımız ise milletleri ayakta tutan temel
ihtiyaç da hiç şüphesiz milli şuurdur.
Milleti diri kılan, talihsiz badirelere uğrasa
bile, günü gelince onların tekrar küllerinden dirilmesini sağlayan da bu
bilinçtir; ama unutulmaması gereken bir hususu da belirtmeliyim ki bu şuuru,
önce ailede sonra mahallede ve toplumda kazanmamızı sağlayan da dilin ta
kendisidir. Anadilin/ milletin dilinin bütünleştirici, taşıyıcı özelliği son
derece önemlidir. Çünkü binlerce yıl öncesinden gelen ve hala varlığını devam
ettiren biz Türklerin, kendi içimizde “Türkçem,
ağzımda annemin ak sütüdür.” diyecek kadar kutsallaştırdığımız dilimizin ne
kadar önem arz ettiğini her daim bilmemiz ve hatırlamamız, bizi, kimi zaman yok
olmaktan kurtarmıştır. İlk yazılı belgelerimizde Bilge Kağan’ın “İlli (devletli) millet idin, ilin şimdi
hani...” “İçte aşsız, dışta elbisesiz, düşkün, perişan millet üzere oturdum.” dediği bu cümlelere bakacak olursak, bir
milletin devletsiz, topraksız kalabileceğini ama asla onu tek vücut tutan milli
şuurdan yoksun olamayacağını görmekteyiz. Bilge Kağan’ın, milleti tez zamanda
derleyip yeniden hem de büyük bir devlet kurmasını, sadece onun liderlik
vasfına değil, daha büyük bir kudrete, genlerimize işlemiş milli şuurumuza
borçluyuz. Bunun aksini düşünenlerin, geçmişin izlerine şöyle bir bakmaları
gerekiyor. Çünkü yazıyı ilk kullanan Sümerlerden tutun da Hititlere kadar birçok
dilin dolayısıyla milletin yok olduğunu anımsamaktayız. Bu da gösteriyor ki,
yazıyı ilk kullanmak demek, kalıcı olmak, demek değildir; kalıcı olmak yüzlerce
yıl sonra müzelerin parlak ışıklı camlarının arkasında kalıntı sunmak da
değildir. Kalıcı olmak, millet olma idealiyle donanmış nesillerin, soyunu ve
dilini şuurla koruması, geliştirmesi ve sürerli kılması demektir. Bu kadar
teknolojik gelişmeye rağmen bile, bu bilinçten yoksun çağımız bazı dillerin UNESCO’nun 21 Şubat Dünya Anadili Günü verilerinde belirttiği
üzere yok olmakta olduğunu öğrenmekteyiz.
Dilin milli olması ve tarihimizin
kaynağından beslenmesi, milli hissimizin gelişmesinde başlıca etkendir. Küreselleşme periyodunda, “yerellik ve ortak tarih bilinci”nin yeri
ve kullanılabilir niteliği tam olarak saptanabilmiş değildir. Dolayısıyla böyle
büyük çapta ve girift algı içerisinde, milli benliğimize ve onun kuşaklara
taşıyıcısı dilimize biçilen roller belirsizdir. Buna şüpheyle yaklaşmak ve Büyük Önder’imizin “Dilini kaybetmiş bir millet yok olmaya mahkumdur.” veciz ifadesinden
pozitif manalar devşirmek gerekmektedir.
Dil ve kültür
Devletleri ayakta tutan yegane enstrümanlardan biri;
onları, başkalarından tamamen özel yapan his, hayal, dünya görüşü, sanat
algısı, din yaşantısı gibi alanlarda şahsına özgü kılan maddi manevi değerler
bütününe kültür diyoruz. Somut-soyut yaşam kazanımlarımıza baktığımızda,
binlerce yılı, dilin aktarımıyla aşıp gelen ve hala varlığını özümüzde muhafaza
ettiğimiz kültür, bizim bir nevi aynamızdır.
Ayna, insanlık tarihinin en önemli
icatlarından biridir. O, elimizde tutulduğu sürece karşısında ne varsa aynen
aksettirir. Camını kırmaz, çizmez ya da hile yollu görüntü elde etmediğiniz
sürece, gerçekleri tüm yalınlığıyla, pürüzsüz size sunar. Kültür de öyledir;
milletin geçmişinde ne varsa tüm gerçekliğiyle döker ortaya. Tarih ortaklığına
uymayan başkalarından, bir özellik aldı mı hemen görüntü kırılması yaşanır, pus
ortaya çıkar.
Bir topluluğun, millet olma yolundaki
meşakkatli süreçte elde ettiği “öz değerler” aslında onun kafa kağıdıdır.
Gelenek, görenek, sanat, dil, din gibi öz değerler bütününün her bir fasılası,
kendi bağlamında değerlendirildiğinde, bir insan vücudunu oluşturan uzuvlara
benzetilebilir ve ancak bütünlük arz ettiğinde önem kazanır. Parçalardan
birinin olmaması veya hastalık kapması, belki bütünü yok etmeyecek; fakat
işleyişi sekteye uğrattığı için “amaçta ve öz”de bozulma yaratacaktır. Kimi
zaman gaflet, kimi zaman bilinç eksikliği, kimi zaman da bazı evrensel değerler
uğruna soy birliğinden, ülkü ortaklığından feragat, bu bedeni sağlıksız hale
sokacaktır. İnsanlığın temelinde bulunan ve her milletin yüreğinde yatan barış,
mutluluk, sevgi, hoşgörü gibi cihanşümul kavramlar mevcuttur. Bizler de buna
gönülden inanıyoruz; fakat özü/amacı ekonomik bir terminolojiye ait
küreselleşmede, az önce ismini saydığımız kavramlar dışında, ortak hareket
noktamızın bulunması pek de kabil değildir. Dünya milletlerinin tümünü, bir
mozaiğin kompozisyonu olarak kabul ettiğimizde, her parçanın kendine mahsus
özelliğini ve tekliğini görmemiz gerekir. Bu yönüyle, mozaik de zaten parçalarla/yerellikle
anlam kazanır, yoksa bunların bir potada eritilmesiyle değil.
UNESCO, kültürü “ Bir milletin, kendi tarihi olgunluğu hususunda sahip olduğu şuur ve
bu insan topluluğunun, bu şuuru devam ettirme azmidir. ” olarak
tanımlamıştır. Toplumların hafızasına kazınmış bu şuur, onun tüm zihni süreç
içinde biyolojik varlığının da devamı demektir. 11. yy’da Kaşgarlı Mahmut
tarafından yazılan ve Türk dünyasının ilk gramer kitabı sayılan ilk sözlüğümüz,
içerisindeki kelimeler ve onların kullanımları derlenirken, onlarca Türk boyunun
gezilmesi, incelenmesi; onlar hakkında sosyolojik çıkarımlar yapılması
açısından son derece ehemmiyetlidir. Sadece Türkçemizin değil, Arapçanın
vokabüler ve semantik yapısını anadili kadar iyi bilen Kaşgarlı, dilimizin tüm
imkan ve kabiliyetini seferber ederek milli bilinç idealinde, kültürel
kazanımlarımızı, Türkçemizin ses ve anlam yetisi çerçevesinde birçok
örneklemelerle kitabına işlemiştir. Yine burada, İslamiyet öncesi dönemimize
ait ilk hususlar aktarılırken İslam dönemimizin ilk kültürel zenginliğine de
vurgu yapılmıştır.
Kültürün en belirleyici unsuru “din”in
toplumun hayatının her noktasına nüfuz ederek düşünüşte, inançta, sosyal
normları belirlemede ve dile etkide payı yadsınamaz. Aslında bu, uygun başka
kültürle bazı noktalarda bağdaşıklık kurmaktır. Komşuluk ilişkileri kurulan her
milletle, aynı derecede etkilenme süreci yaşanılmaz. Yaşanılırsa da bu bir
kazanım değil zaafi durum olarak kabul görür. Oysa biz, İslamiyet’i ve onun
çerçevesiyle şekillenen edebiyatı ya da sanatı icra eylerken kendi özümüzden ödün vermeden, bunu zenginlik addedip
eserlerimizde çokça işledik.
Dil ve edebiyat; Türkçe sevgisi,
bilinci; Türkçenin doğru ve güzel kullanımı; dilde yozlaşma
Edebi eserlerimizde içerik ve biçim
açısından, İslam tasavvufu ve edebiyatının özelliğini net olarak görmekteyiz.
Bu dillerdeki sözcükler ve anlamla sessel açıdan uyum gösteren fonetiklik, XIX.
yy’a kadar bizim dil ve edebiyatımıza hatta süslemelerimize kadar varlığını
sürdürmüştür. Fakat bu, Arap-Acem edebiyatını taklit değil, ortak konular
çerçevesinde özgünlüğü yakalamak şeklinde olmuştur. Yoksa bir sultanü’ş şuara
Ahmedî, bir nat şairi Fuzûlî ya da mutasavvıf Şeyh Galip’imizin bugün adından
söz edemezdik. Yalnız şunu da ifade etmek lazım ki İslam dil ve edebiyatından
etkilenme sürecinde nasıl ki özümüzü korumuş, İslam’la öyle yoğrulmuşsak, bunu,
halkın geneline de onların anlayabileceği yetkinlikte anlatmak gerekmekteydi.
Bazı şair/nasirlerimizin halktan kopuk dil algısı yaratması, içinde bulunduğu
İslam dil ve edebi kültür vasıtalarının anlaşılamamasından değil, tamamen sanat
yapma kaygısı ile şahsi ihtiraslarından kaynaklanmaktadır.
Filolog Kaşgarlı Mahmut (XI.yy) Arapçayı; şair-devlet adamı, Türk-Çağatay
sahasının bir kolunu adıyla andıracak kadar kudretli, Türkçe sevdalısı Ali Şîr
Nevai (XV.yy) Farsçayı çok iyi
bilmelerine rağmen ana dillerine sonsuz derecede bağlı kalmış; dilimizin anlama/anlatma
kolaylığı ve anlam zenginliğinden faydalanmışlardır. Nevâî, bir yerde “Türk’ün bilgisiz ve zavallı gençleri, güzel
sanarak Farsça şiirler söylemeye özeniyorlar…” diyerek aslında yukarıda
bahsettiğimiz sanat kaygısı güdenler istihzada bulunmuştur. Oysa Muhakemetü’l
Lügateyn’de “Türkçenin fezasında tabiatımın atını
koşturdum, hayalin kuşunu kanatlandırdım. Vicdanım bu hazineden sonsuz kıymetli
taşlar, inciler aldı. Gönlüm bu gül bahçesinin türlü çiçeklerinden uçsuz
bucaksız türlü kokular aldı.” diyerek dilimizin her türlü konuyu, hayali
anlatacak kadar zengin anlamlı, her biçime uyacak kadar yeterli çapa sahip
olduğunu belirtmektedir.
Milletlerin, tarihin yolunda
sorunsuzca yürümesi için ortak anlaşma sistemi olan dile gerekli önemi vermesi
elzemdir. Çocukluktan itibaren kazandığımız ve hayatın her kademesinde gerek
sözlü gerek yazılı gerekse şematik unsurlarla iletişimde bulunduğumuz bu
örüntüler sisteminin, özüne uygun muhafaza edilmesi, zenginleştirilmesi, imla
ve telaffuzda yanlıştan kaçınılması gerekmektedir. Bunu, başta devlet tekeline
almalı; çeşitli kurum ve vasıtalar aracılığıyla vatandaşlarında dil bilincini
geliştirmelidir. Aslında bu konuda edebi ve siyasi tarihimizi biraz yoklayacak
olursak, bunun bilincince ediplerimizin ve devlet liderlerimizin olduğuna da
kani oluruz. Türk tarihini, ta Orta Asya steplerine kadar iyi bir süzgeçten
geçirip kendi bağını kuran, milli
bilinçle donanan Atatürk, dilde
milliyetçilik idealine de uygun ilk çalışmayı 1932 yılında TDK’mizi kurmakla yapmıştır.
Türkçeyi yabancı dillerin etkisinden kurtarmak, onu canlı tutmak ve
zenginleştirmek, tarihi kökenini belirlemek amacıyla kurulan bu özenli
teşkilatlanma, bir nevi, dilin dolayısıyla da milletin, kasıtlı ya da şuursuz
fiille bozulmasına karşı bir hisardır. Büyük Önderimiz, bu feyzi, Göktürk
Metinleri’nin arı dili, Kaşgarlı Mahmut ve Ali Şir Nevai’inin idealist
yaklaşımı, Necatî, Tatavlalı Mahremî, Aydınlı Visalî, Bakî ve Nedîm gibi daha
birçok şairin duru hülyasından almış olmalıdır.
Edebi geçmişimize baktığımızda,
dilde topyekun olmasa da bir seferberlik başlangıcı yapıldığını bilmekteyiz. Bu
seferberlik, kader birliği yapmış her bir ferdimizin daha ana kucağındayken,
çocuğuna, atasından miras değil, bir emanet olarak kalan dilini, nasıl muhafaza
ettiğinin idrakindeyiz. Onlara ya da yaşadıkları mekanlara verdikleri isimler,
aslında hangi kültür ve medeniyet ortamında yaşadıklarının da delilidir. Bu da şunu gösteriyor ki özünü, milli bilinçle
şekillendirmiş, geçmişine vakıf, sosyo-kültürel yaşantısı ve kazanımlarının
farkında olan bireyler, ülkelerinin geleceğinde başrol oyuncularıdır. Diğer
küçük bir zümre ise, sadece belirli rollerde görülen figüratif şahsiyetlerdir
ki aslında onlara da ihtiyaç vardır. Şöyle ki onlar, öz kültürün nasıl
bozulduğuna, dil anlayışı kutsallığının nasıl yerle yeksan edildiğine örnek
olmakla, uyanık ve her daim tetikte olan şuurlu vatandaşlarımız için birer
uyarıcıdırlar.
İçinde bulunduğumuz dünya, eskiye
oranla artık daha küçük. Çünkü modern iletişim araçlarıyla, bu dünyanın bir
ucundan diğer ucuna, iç ve dıştaki bilgiye dakikalar içinde ulaşabiliyoruz.
İnsanlığın hayatını kolaylaştırması, uzun zamanları kısaltması, mesafeleri
mecazen de ortadan kaldırmış olması açısından faydası son derece önemlidir. Bir
açıdan bakacak olursak bu da küreselleşmenin başka bir boyutudur. Son dönemdeki
küresel gelişmeler, beraberinde yararlı olguları getirirken, dil ve kültür
ihracatı da diyebileceğimiz zararlı olguları, çağımızın teknolojik terimiyle,
virüsü de dile bulaştırmaktadır. Özellikle kendini aydın olarak tanımlayan bazı
şahısların, tartışma programlarındaki fertlerin ya da en yaygın görsel iletişim
aracı televizyondaki haber spikerlerinin dilimize, farklılık(!) yaratmak için
henüz lügatlerimize girmemiş ya da günlük hayatta sıklıkla kullanılmayan
sözcükleri sokmaları hezeyanla açıklanabilir. Toplumların önünde demeç veren,
bilgi ve haber akışı sunun insanlar, dili kullanmada bireylere rol model
olmalıdırlar. Bunun farkında olanlar, sadece milli kültürle beslenmiş, davasını
bilen, milletini tanıyan, onun dünya görüşüne hakim ve ana dilinin güzelliğini
tadanlardır.
Dil ve
kişilik gelişimi
Sağlıklı toplumlar, kişiliği
gelişmiş bireylerden oluşur. Kendini, edimsel olarak her yönden geliştiren
bireyler ise okur-görür, anlar-yorumlar ve çocukluktan itibaren, ailede
kazandığı bireysel ve toplumsal değerlerle fert olarak karşımıza çıkar. Bilim,
sanat, edebiyatla uğraşır; her ürününde kendinden ve değerlerinden izlenimler
sunar. Özgünlüğüyle özündeki geçmişi ve şimdiyi sentezlemesiyle kalıcılığı
yakalayan bu bireyler, yurttaş olmanın gayesini kavramış, sorumluluğunu ifa
etmişlerdir.
Bilişsel/düşünsel gelişimi, belli
bir aşamaya ulaşmış her bir fert, birey ve yurttaş olarak kendini
gerçekleştirme sürecinde, en etkili ve yaygın iletişim aracı dili kullanır. Dış
dünyayı algılama, anlama ve iletme süreci, bizde çocuklukta başlar ve oyun-okul
grubu derken iş hayatına kadar sirayet eder. Ana dilini iyi öğrenmiş, onun inceliklerine haiz her
birey, kendini iyi tanıyan ve ifade edebilen kimselerdir. Çünkü Piaget’in “Bireyin bilişsel gelişiminin,
belirli bir aşamaya ulaşmasının doğal sonucu.” olarak gördüğü dil gelişiminde,
bireyi tek ve özel yapan nitelikler duyma, taklit, örnek alma/rol model,
benimseme ve aktif katılım/rol alma yöntemleriyle gerçekleştirir.
Kişilik gelişimini, istendik yönde
tamamlamış bireylerin ardındaki asıl resme baktığımızda, binlerce yıllık
tarihinin özünü benimsemiş, bunu neyle ve nasıl aktaracağının farkında olan
şuurlu ebeveynlerin yer aldığı görülür. Milletler, postmodern kavram olan küreselleşmenin potasında eriyip yok olmamak
için tüm gücüyle yerel değerlere ve onun taşıyıcısı dile hak ettiği önemi
vermelidir.
KAYNAKÇA:
1.
Muharrem ERGİN,
Orhun Kitabeleri, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 2012 (35.baskı).
2.
Neşe IŞILDAK, Atatürk’ten İz Bırakan Sözler, Yılmaz
Basım Yayım, İstanbul, 2011.
3.
Ahmet B.
ERCİLASUN - Ziyat AKKOYUNLU, Dîvânu Lugâti’t Türk, Türk Dil Kurumu Yayınları,
Ankara, 2015 (2. Baskı).
4.
Nihad Sâmi
BANARLI, Resimli Türk Edebiyatı, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1998.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder