Powered By Blogger

Dil ve Kimlik Algısı- Şenol KARSLI





POSTMODERN BİR KAVRAM KÜRESELLEŞME’DE DİL VE KİMLİK ALGISI

            Küreselleşme, ekonomik bir terim olarak doğmuş olsa da kimi bağlamlarda, toplumların sosyolojik ve kültürel alanda, asgari ortak bir yapılanmaya dönüşüm diye de anlamlandırılabilir.  Yirminci yüzyılın sonlarında ivme kazanmış bu kavram, büyük sermaye grupları ve ait oldukları devletler eliyle, küresel bir pazar ihtiyacını tesis etmek maksadıyla sunulmuş “özel” bir sözcüktür.

    “Küresel Köy” olarak da yer yer telaffuz edilen bu kavram, çağımızda, kendi kapsamı ve algısı içinde çıkan son ve marjinal sözcük olmasından ötürü postmodern sıfatıyla da karşılanabilir. Şöyle ki sosyal hayatta yenilik Rönesans, Hristiyalık dogmalarında dönüşüm Reform ve sömürge algısını yaratan Sanayi Devrimi’nden sonra, hızla gelişen Batı sanayi, bilim ve teknolojisi ile felsefe, psikoloji ve edebiyatı, modernite (yeni) sözcüğü ile özdeşleştirilmiştir. Son dönemde lügatlere giren küreselleşmeyi ise en iyi “yeninin de ötesi, sonrası” anlamına gelen, duygu ve düşünceleri klasikten çok farklı bir teknikle yansıtan postmodernizm karşılar.   

            Yüzyılımızın son döneminde, bu küre içinde yaşayan her milletin elbette birlikte ve huzur içinde yaşaması, tüm dinlerin, dillerin ve insanlığın ortak temennilerinden biri olsa gerek. Bu evrensel duygu ve iyi niyet bağlamında ütopik küresel köy algısında, ırkları, milletleri ve tüm maddi-manevi kültürel öğeleri farklı olan bizler, bizi birey, bireyleri topluluk, toplulukları ise millet yapan bu zenginliklerimizi nasıl yaşayacak ya da yaşatacağız? Acaba, ortak bir kültür, ortak bir dil mi oluşturacağız? Tüm bunları yapacaksak hangi bağlamda ya da bu küreselleşmenin aslına yaraşır uygun sözcükle, hangi konjonktürde olmalı? Bu soruları, daha farklı bir pencereden soracak olursak “Ortak kültüre ve doğal neticesi (!) dile, bilim ve teknolojide egemen olmuş milletlerin hakimiyeti mi esas kılınacak? Bu soruların cevabı kati surette hayırdır. Çünkü kültürü oluşturan temel faktör, tarihte yani milletin hafızasında, coğrafyasında ve dilinde tek vücut hareket kabiliyeti yani millet olma şuurudur.

Dil ve milli şuur

            Bir insan topluluğunun keder, sevinç ve kıvançta; ahlak, karakter ve erdemde gösterdiği kader birliği, tarih ortaklığı, ona millet olma bilincini kazandırmıştır. Vücudumuzun direncini sağlayan, nasıl ki birincil temel ihtiyaçlarımız ise milletleri ayakta tutan temel ihtiyaç da hiç şüphesiz  milli şuurdur.
             Milleti diri kılan, talihsiz badirelere uğrasa bile, günü gelince onların tekrar küllerinden dirilmesini sağlayan da bu bilinçtir; ama unutulmaması gereken bir hususu da belirtmeliyim ki bu şuuru, önce ailede sonra mahallede ve toplumda kazanmamızı sağlayan da dilin ta kendisidir. Anadilin/ milletin dilinin bütünleştirici, taşıyıcı özelliği son derece önemlidir. Çünkü binlerce yıl öncesinden gelen ve hala varlığını devam ettiren biz Türklerin, kendi içimizde “Türkçem, ağzımda annemin ak sütüdür.” diyecek kadar kutsallaştırdığımız dilimizin ne kadar önem arz ettiğini her daim bilmemiz ve hatırlamamız, bizi, kimi zaman yok olmaktan kurtarmıştır. İlk yazılı belgelerimizde Bilge Kağan’ın “İlli (devletli) millet idin, ilin şimdi hani...” “İçte aşsız, dışta elbisesiz, düşkün, perişan millet üzere oturdum.”  dediği bu cümlelere bakacak olursak, bir milletin devletsiz, topraksız kalabileceğini ama asla onu tek vücut tutan milli şuurdan yoksun olamayacağını görmekteyiz. Bilge Kağan’ın, milleti tez zamanda derleyip yeniden hem de büyük bir devlet kurmasını, sadece onun liderlik vasfına değil, daha büyük bir kudrete, genlerimize işlemiş milli şuurumuza borçluyuz. Bunun aksini düşünenlerin, geçmişin izlerine şöyle bir bakmaları gerekiyor. Çünkü yazıyı ilk kullanan Sümerlerden tutun da Hititlere kadar birçok dilin dolayısıyla milletin yok olduğunu anımsamaktayız. Bu da gösteriyor ki, yazıyı ilk kullanmak demek, kalıcı olmak, demek değildir; kalıcı olmak yüzlerce yıl sonra müzelerin parlak ışıklı camlarının arkasında kalıntı sunmak da değildir. Kalıcı olmak, millet olma idealiyle donanmış nesillerin, soyunu ve dilini şuurla koruması, geliştirmesi ve sürerli kılması demektir. Bu kadar teknolojik gelişmeye rağmen bile, bu bilinçten yoksun çağımız bazı dillerin UNESCO’nun 21 Şubat Dünya Anadili Günü verilerinde belirttiği üzere yok olmakta olduğunu öğrenmekteyiz.

            Dilin milli olması ve tarihimizin kaynağından beslenmesi, milli hissimizin gelişmesinde başlıca etkendir. Küreselleşme periyodunda, “yerellik ve ortak tarih bilinci”nin yeri ve kullanılabilir niteliği tam olarak saptanabilmiş değildir. Dolayısıyla böyle büyük çapta ve girift algı içerisinde, milli benliğimize ve onun kuşaklara taşıyıcısı dilimize biçilen roller belirsizdir. Buna şüpheyle yaklaşmak ve Büyük Önder’imizin “Dilini kaybetmiş bir millet yok olmaya mahkumdur.” veciz ifadesinden pozitif manalar devşirmek gerekmektedir.

Dil ve kültür

            Devletleri ayakta tutan yegane enstrümanlardan biri; onları, başkalarından tamamen özel yapan his, hayal, dünya görüşü, sanat algısı, din yaşantısı gibi alanlarda şahsına özgü kılan maddi manevi değerler bütününe kültür diyoruz. Somut-soyut yaşam kazanımlarımıza baktığımızda, binlerce yılı, dilin aktarımıyla aşıp gelen ve hala varlığını özümüzde muhafaza ettiğimiz kültür, bizim bir nevi aynamızdır.
            Ayna, insanlık tarihinin en önemli icatlarından biridir. O, elimizde tutulduğu sürece karşısında ne varsa aynen aksettirir. Camını kırmaz, çizmez ya da hile yollu görüntü elde etmediğiniz sürece, gerçekleri tüm yalınlığıyla, pürüzsüz size sunar. Kültür de öyledir; milletin geçmişinde ne varsa tüm gerçekliğiyle döker ortaya. Tarih ortaklığına uymayan başkalarından, bir özellik aldı mı hemen görüntü kırılması yaşanır, pus ortaya çıkar.

             Bir topluluğun, millet olma yolundaki meşakkatli süreçte elde ettiği “öz değerler” aslında onun kafa kağıdıdır. Gelenek, görenek, sanat, dil, din gibi öz değerler bütününün her bir fasılası, kendi bağlamında değerlendirildiğinde, bir insan vücudunu oluşturan uzuvlara benzetilebilir ve ancak bütünlük arz ettiğinde önem kazanır. Parçalardan birinin olmaması veya hastalık kapması, belki bütünü yok etmeyecek; fakat işleyişi sekteye uğrattığı için “amaçta ve öz”de bozulma yaratacaktır. Kimi zaman gaflet, kimi zaman bilinç eksikliği, kimi zaman da bazı evrensel değerler uğruna soy birliğinden, ülkü ortaklığından feragat, bu bedeni sağlıksız hale sokacaktır. İnsanlığın temelinde bulunan ve her milletin yüreğinde yatan barış, mutluluk, sevgi, hoşgörü gibi cihanşümul kavramlar mevcuttur. Bizler de buna gönülden inanıyoruz; fakat özü/amacı ekonomik bir terminolojiye ait küreselleşmede, az önce ismini saydığımız kavramlar dışında, ortak hareket noktamızın bulunması pek de kabil değildir. Dünya milletlerinin tümünü, bir mozaiğin kompozisyonu olarak kabul ettiğimizde, her parçanın kendine mahsus özelliğini ve tekliğini görmemiz gerekir. Bu yönüyle, mozaik de zaten parçalarla/yerellikle anlam kazanır, yoksa bunların bir potada eritilmesiyle değil.

            UNESCO, kültürü “ Bir milletin, kendi tarihi olgunluğu hususunda sahip olduğu şuur ve bu insan topluluğunun, bu şuuru devam ettirme azmidir. ” olarak tanımlamıştır. Toplumların hafızasına kazınmış bu şuur, onun tüm zihni süreç içinde biyolojik varlığının da devamı demektir. 11. yy’da Kaşgarlı Mahmut tarafından yazılan ve Türk dünyasının ilk gramer kitabı sayılan ilk sözlüğümüz, içerisindeki kelimeler ve onların kullanımları derlenirken, onlarca Türk boyunun gezilmesi, incelenmesi; onlar hakkında sosyolojik çıkarımlar yapılması açısından son derece ehemmiyetlidir. Sadece Türkçemizin değil, Arapçanın vokabüler ve semantik yapısını anadili kadar iyi bilen Kaşgarlı, dilimizin tüm imkan ve kabiliyetini seferber ederek milli bilinç idealinde, kültürel kazanımlarımızı, Türkçemizin ses ve anlam yetisi çerçevesinde birçok örneklemelerle kitabına işlemiştir. Yine burada, İslamiyet öncesi dönemimize ait ilk hususlar aktarılırken İslam dönemimizin ilk kültürel zenginliğine de vurgu yapılmıştır.
            Kültürün en belirleyici unsuru “din”in toplumun hayatının her noktasına nüfuz ederek düşünüşte, inançta, sosyal normları belirlemede ve dile etkide payı yadsınamaz. Aslında bu, uygun başka kültürle bazı noktalarda bağdaşıklık kurmaktır. Komşuluk ilişkileri kurulan her milletle, aynı derecede etkilenme süreci yaşanılmaz. Yaşanılırsa da bu bir kazanım değil zaafi durum olarak kabul görür. Oysa biz, İslamiyet’i ve onun çerçevesiyle şekillenen edebiyatı ya da sanatı icra eylerken kendi özümüzden  ödün vermeden, bunu zenginlik addedip eserlerimizde çokça işledik.

Dil ve edebiyat; Türkçe sevgisi, bilinci; Türkçenin doğru ve güzel kullanımı; dilde yozlaşma

            Edebi eserlerimizde içerik ve biçim açısından, İslam tasavvufu ve edebiyatının özelliğini net olarak görmekteyiz. Bu dillerdeki sözcükler ve anlamla sessel açıdan uyum gösteren fonetiklik, XIX. yy’a kadar bizim dil ve edebiyatımıza hatta süslemelerimize kadar varlığını sürdürmüştür. Fakat bu, Arap-Acem edebiyatını taklit değil, ortak konular çerçevesinde özgünlüğü yakalamak şeklinde olmuştur. Yoksa bir sultanü’ş şuara Ahmedî, bir nat şairi Fuzûlî ya da mutasavvıf Şeyh Galip’imizin bugün adından söz edemezdik. Yalnız şunu da ifade etmek lazım ki İslam dil ve edebiyatından etkilenme sürecinde nasıl ki özümüzü korumuş, İslam’la öyle yoğrulmuşsak, bunu, halkın geneline de onların anlayabileceği yetkinlikte anlatmak gerekmekteydi. Bazı şair/nasirlerimizin halktan kopuk dil algısı yaratması, içinde bulunduğu İslam dil ve edebi kültür vasıtalarının anlaşılamamasından değil, tamamen sanat yapma kaygısı ile şahsi ihtiraslarından kaynaklanmaktadır.

            Filolog Kaşgarlı Mahmut (XI.yy)  Arapçayı; şair-devlet adamı, Türk-Çağatay sahasının bir kolunu adıyla andıracak kadar kudretli, Türkçe sevdalısı Ali Şîr Nevai (XV.yy)  Farsçayı çok iyi bilmelerine rağmen ana dillerine sonsuz derecede bağlı kalmış; dilimizin anlama/anlatma kolaylığı ve anlam zenginliğinden faydalanmışlardır. Nevâî, bir yerde “Türk’ün bilgisiz ve zavallı gençleri, güzel sanarak Farsça şiirler söylemeye özeniyorlar…” diyerek aslında yukarıda bahsettiğimiz sanat kaygısı güdenler istihzada bulunmuştur. Oysa Muhakemetü’l Lügateyn’de          Türkçenin fezasında tabiatımın atını koşturdum, hayalin kuşunu kanatlandırdım. Vicdanım bu hazineden sonsuz kıymetli taşlar, inciler aldı. Gönlüm bu gül bahçesinin türlü çiçeklerinden uçsuz bucaksız türlü kokular aldı.” diyerek dilimizin her türlü konuyu, hayali anlatacak kadar zengin anlamlı, her biçime uyacak kadar yeterli çapa sahip olduğunu belirtmektedir.

            Milletlerin, tarihin yolunda sorunsuzca yürümesi için ortak anlaşma sistemi olan dile gerekli önemi vermesi elzemdir. Çocukluktan itibaren kazandığımız ve hayatın her kademesinde gerek sözlü gerek yazılı gerekse şematik unsurlarla iletişimde bulunduğumuz bu örüntüler sisteminin, özüne uygun muhafaza edilmesi, zenginleştirilmesi, imla ve telaffuzda yanlıştan kaçınılması gerekmektedir. Bunu, başta devlet tekeline almalı; çeşitli kurum ve vasıtalar aracılığıyla vatandaşlarında dil bilincini geliştirmelidir. Aslında bu konuda edebi ve siyasi tarihimizi biraz yoklayacak olursak, bunun bilincince ediplerimizin ve devlet liderlerimizin olduğuna da kani oluruz. Türk tarihini, ta Orta Asya steplerine kadar iyi bir süzgeçten geçirip kendi bağını kuran,  milli bilinçle donanan Atatürk,  dilde milliyetçilik idealine de uygun ilk çalışmayı 1932 yılında TDK’mizi kurmakla yapmıştır. Türkçeyi yabancı dillerin etkisinden kurtarmak, onu canlı tutmak ve zenginleştirmek, tarihi kökenini belirlemek amacıyla kurulan bu özenli teşkilatlanma, bir nevi, dilin dolayısıyla da milletin, kasıtlı ya da şuursuz fiille bozulmasına karşı bir hisardır. Büyük Önderimiz, bu feyzi, Göktürk Metinleri’nin arı dili, Kaşgarlı Mahmut ve Ali Şir Nevai’inin idealist yaklaşımı, Necatî, Tatavlalı Mahremî, Aydınlı Visalî, Bakî ve Nedîm gibi daha birçok şairin duru hülyasından almış olmalıdır.

            Edebi geçmişimize baktığımızda, dilde topyekun olmasa da bir seferberlik başlangıcı yapıldığını bilmekteyiz. Bu seferberlik, kader birliği yapmış her bir ferdimizin daha ana kucağındayken, çocuğuna, atasından miras değil, bir emanet olarak kalan dilini, nasıl muhafaza ettiğinin idrakindeyiz. Onlara ya da yaşadıkları mekanlara verdikleri isimler, aslında hangi kültür ve medeniyet ortamında yaşadıklarının da delilidir.  Bu da şunu gösteriyor ki özünü, milli bilinçle şekillendirmiş, geçmişine vakıf, sosyo-kültürel yaşantısı ve kazanımlarının farkında olan bireyler, ülkelerinin geleceğinde başrol oyuncularıdır. Diğer küçük bir zümre ise, sadece belirli rollerde görülen figüratif şahsiyetlerdir ki aslında onlara da ihtiyaç vardır. Şöyle ki onlar, öz kültürün nasıl bozulduğuna, dil anlayışı kutsallığının nasıl yerle yeksan edildiğine örnek olmakla, uyanık ve her daim tetikte olan şuurlu vatandaşlarımız için birer uyarıcıdırlar.

            İçinde bulunduğumuz dünya, eskiye oranla artık daha küçük. Çünkü modern iletişim araçlarıyla, bu dünyanın bir ucundan diğer ucuna, iç ve dıştaki bilgiye dakikalar içinde ulaşabiliyoruz. İnsanlığın hayatını kolaylaştırması, uzun zamanları kısaltması, mesafeleri mecazen de ortadan kaldırmış olması açısından faydası son derece önemlidir. Bir açıdan bakacak olursak bu da küreselleşmenin başka bir boyutudur. Son dönemdeki küresel gelişmeler, beraberinde yararlı olguları getirirken, dil ve kültür ihracatı da diyebileceğimiz zararlı olguları, çağımızın teknolojik terimiyle, virüsü de dile bulaştırmaktadır. Özellikle kendini aydın olarak tanımlayan bazı şahısların, tartışma programlarındaki fertlerin ya da en yaygın görsel iletişim aracı televizyondaki haber spikerlerinin dilimize, farklılık(!) yaratmak için henüz lügatlerimize girmemiş ya da günlük hayatta sıklıkla kullanılmayan sözcükleri sokmaları hezeyanla açıklanabilir. Toplumların önünde demeç veren, bilgi ve haber akışı sunun insanlar, dili kullanmada bireylere rol model olmalıdırlar. Bunun farkında olanlar, sadece milli kültürle beslenmiş, davasını bilen, milletini tanıyan, onun dünya görüşüne hakim ve ana dilinin güzelliğini tadanlardır.

    Dil ve kişilik gelişimi

            Sağlıklı toplumlar, kişiliği gelişmiş bireylerden oluşur. Kendini, edimsel olarak her yönden geliştiren bireyler ise okur-görür, anlar-yorumlar ve çocukluktan itibaren, ailede kazandığı bireysel ve toplumsal değerlerle fert olarak karşımıza çıkar. Bilim, sanat, edebiyatla uğraşır; her ürününde kendinden ve değerlerinden izlenimler sunar. Özgünlüğüyle özündeki geçmişi ve şimdiyi sentezlemesiyle kalıcılığı yakalayan bu bireyler, yurttaş olmanın gayesini kavramış, sorumluluğunu ifa etmişlerdir.

            Bilişsel/düşünsel gelişimi, belli bir aşamaya ulaşmış her bir fert, birey ve yurttaş olarak kendini gerçekleştirme sürecinde, en etkili ve yaygın iletişim aracı dili kullanır. Dış dünyayı algılama, anlama ve iletme süreci, bizde çocuklukta başlar ve oyun-okul grubu derken iş hayatına kadar sirayet eder. Ana dilini  iyi öğrenmiş, onun inceliklerine haiz her birey, kendini iyi tanıyan ve ifade edebilen kimselerdir. Çünkü Piaget’in “Bireyin bilişsel gelişiminin, belirli bir aşamaya ulaşmasının doğal sonucu.” olarak gördüğü dil gelişiminde, bireyi tek ve özel yapan nitelikler duyma, taklit, örnek alma/rol model, benimseme ve aktif katılım/rol alma yöntemleriyle gerçekleştirir.
            Kişilik gelişimini, istendik yönde tamamlamış bireylerin ardındaki asıl resme baktığımızda, binlerce yıllık tarihinin özünü benimsemiş, bunu neyle ve nasıl aktaracağının farkında olan şuurlu ebeveynlerin yer aldığı görülür. Milletler, postmodern kavram olan  küreselleşmenin potasında eriyip yok olmamak için tüm gücüyle yerel değerlere ve onun taşıyıcısı dile hak ettiği önemi vermelidir.


KAYNAKÇA:
1.        Muharrem ERGİN, Orhun Kitabeleri, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 2012 (35.baskı).
2.        Neşe IŞILDAK, Atatürk’ten İz Bırakan Sözler, Yılmaz Basım Yayım, İstanbul, 2011.
3.        Ahmet B. ERCİLASUN - Ziyat AKKOYUNLU, Dîvânu Lugâti’t Türk, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 2015 (2. Baskı).
4.        Nihad Sâmi BANARLI, Resimli Türk Edebiyatı, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1998.

   


   


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder